Cumhuriyet Strateji 06.06.2005

 

 

 

 

 

 

 

 

    FIRAT, DİCLE …

Sınıraşan sularla ilgili çalışmalarım sırasında, daha önce düşünmediğim, bana ilginç gelen bir şey daha öğrenmiştim. Şimdi bir çok yerde gem vurulan Fırat; daha coşkulu hatta sert akan, daha delişmen, azgın suların yer yer şelale ve çağıltılara dönüştüğü bir nehir olduğu için erkeklere Fırat, Dicle ise nispeten daha nazenin, dingin bir nehir olduğundan kızlara Dicle adı veriliyordu. Söylencelerin, öykülerin, yöreye ilişkin haberlerin onlarsız olmadığı iki önemli akarsuyumuz özellikle 50’li yıllardan itibaren bir dış politika sorunu olarak gündeme gelirken önümüzdeki dönemde, Irak nedeniyle olasıdır ki ABD, hatta biraz abartılırsa AB ile ilişkiler açısından Türkiye’nin gündemine gelmektedir. Bu sınırlı çalışmada; suyun Türkiye açısından önemi, Türkiye’nin su kaynakları açısından durumu ve bu iki akarsu bakımından ihtimaller ile öngörüler ortaya konulacaktır.

Neredeyse her yıl olduğu gibi 2004 yılı kışında da yolları ulaşıma kapanan köylerden bazıları şunlar: Eşmeçayır, Parmakdere, Yağbasan, Taşlıgüney, Şehithalit, İnkaya, Çatak, Handere, Çamyazı, Aşağısallıpınar, Kazıkkaya, Yukarısarıkamış, Hamamlı, Altınbulak, Dereboğaz, Çayırtepe, Kümbet, Karagöbek, Kırkgöze, Yağmurcuk, Söğütyanı, Sakalıkesik, Yıkılgan, Aksu, Alapınar, Değirmenler, Soğucak, Aşağıkatıklı, Karlı, İncedere, Tipili, Taşoluk, Tatlısu, Suyatağı, Yamankaya, Derinpınar, Derekapı, Yazıpınar, Yerlisu, Sarıçiçek, Sukonak, Sulutaş, Taşan, Çamurlu, Akgelin, Kızmusa, Suvaran, Tipideresi, Taşbulak, Güllüçimen.

Kimi zaman bir yazıyı okurken sanki çok zaman kazanacakmışız gibi bildik sandığımız yerleri, yazının ana fikri veya önermelerine çok da etkisi olmayacağını düşündüğümüz bölümlerini geçme eğilimi olabiliyor. Oysa yukarıda saydığımız köy isimleri her yıl yolları kapanan, bu nedenle günlerce köy dışındaki olanaklara ulaşamayan bine yakın köyden sadece ellisi. Bunun yanı sıra söz gelimi 2000 yılı kışında, 8 ilde 4 bin köy yolu ulaşıma kapanmıştır. 2004 yılı Şubatında Erzurum’da aralıksız 41 saat kar yağmış ve kalınlığı 135 santimetreye ulaşan kar tüm köy yollarını kapatmıştır. Kar kalınlığı Muş'ta 135, Bayburt'ta 103, Ağrı'da 75, Ardahan'da 42, Kars'ta 37, Erzincan'da 15 santime ulaşmıştır. Sert ve yağışlı geçen 2004 kışı nedeniyle karla mücadele çalışmalarına harcanan para yaklaşık 50 trilyon liradır (50 milyon YTL).

Doğu Anadolu’nun yüksek platolar sahası, bu kapsamda Palandöken, Bingöl, Karasu, Aras, Ağrı dağı hattının etek ve yamaçları ortalama 100-120 gün karla örtülü alanlardır. Kar örtüsü, ortalama olarak Erzurum’da 118, Kars’ta 114, Karaköse’de 115, Hakkari’de 110 gün yerde kalmaktadır. Şiddetli bir kış olan 1949-1950 kışında Erzurum’da kar 136 gün yerde kalmışken bu değer Muş’ta 139 günü bulmuştur. Kar örtüsü, 1941-1942 kışında Erzurum’da 160 gün, 1948-1949 kışında Sarıkamış’ta 177 gün yerde kalmıştır. Ortalama olarak Erzurum’da 60, Kars’ta 55, Karaköse’de 57 gün kar yağmaktadır: 1941-1942 kışında Erzurum’da 88 gün, 1953-1954 kışında Sarıkamış’ta 95 gün kar yağmıştır.[1][1] Ve bu bilgilerin en önemli sonuçlarından birisi: Dünya Bankası verilerine göre, dünyada kişi başına içme suyu yatırımı 100, Türkiye’de ortalama 200 ABD doları iken, Erzurum bölgesinde bu rakam 1000 ABD dolarıdır.[2][2]

Köy isimlerinin çoğuna da koşullarının izi yansıyan, bir çok insan öyküsünün gözümüzün önüne gelebileceği, bir çok mahrumiyetin yanı sıra yer yer içme suyu sıkıntısı dahi çekilen Fırat ve Dicle’nin doğup beslendiği coğrafyaya ilişkin bu çok genel bilgiler bile, sudan söz ederken, hangi koşullarda elde edildiğini / ulaşıldığını ortaya koyduğumuz bir şeyden, bizim için daha da önemli bir doğal kaynaktan söz ettiğimizi sürekli aklımızda tutmamızı gerektirmektedir.

Yılda kişi başına 8000 - 10 000 m3 suya sahip olan ülkeler su kaynakları bakımından zengin olarak nitelenmektedir. Konumuz itibarıyla ele alacağımız Türkiye, Irak ve Suriye açısından duruma bakıldığında ise, kişi başına ortalama yıllık su miktarları; 1993 yılında Irak’ta 2110, Türkiye’de 1830, Suriye’de ise 1420 m3/yıl iken, bu miktarların 2020 yılında sırasıyla; 1062, 1000 ve 760 m3/yıl olacağı öngörülmektedir.

Bu verilere göre, su kaynakları bakımından en iyi durumda olan ülke Irak iken, Türkiye’nin ise Suriye’den daha iyi konumda olduğu görülmektedir. Ancak tablonun ortaya koyduğu önemli gerçek, ne yazık ki Türkiye’nin su kaynakları itibarıyla zenginlik sınırının bir hayli altında olduğu, bir başka ifadeyle Türkiye’nin su zengini bir ülke olmadığıdır. Bu aşamada kısaca Fırat ve Dicle ile ilgili verileri hatırlamakta yarar vardır:

Fırat’ın Türkiye sınırını terk ettiği Belkısköy ölçüm istasyonundaki 1937 - 1993 yıllarını kapsayan ölçümlere göre, ortalama yıllık akış 31.6 milyar m3’e ulaşmaktadır. Akarsuya Suriye’nin katkısı 3.4 milyar m3 tür. Halen Türkiye, imzaladığı 1987 Protokolü ile taahhüt ettiği gibi, debisi ortalama 1000 m3/sn olan Fırat sularından Suriye ve Irak’a saniyede 500 m3 olmak üzere yılda yaklaşık 16 milyar m3 su bırakmaktadır. Bu konuda Fırat üzerinde sulama ya da enerji amaçlı projelerin gerçekleştirilmeye başlamasından bu yana, teknik sorunlar hariç, herhangi bir aksaklık olmadığı ortadadır.

Dicle ana kolunun, Türkiye-Suriye sınırındaki Cizre akım ölçüm istasyonu verilerine göre, (1946-1994 yılları arasında) ortalama yıllık akım miktarı 16,2 milyar m3’tür. Dicle, 30 km kadar Türkiye-Suriye sınırını oluşturduktan sonra Irak’a girmektedir. Dicle’nin yan kolları Hezil ve Hakkari’de doğan Büyük Zap suları ile birlikte Türkiye’nin Dicle Akarsuyu’na toplam katkısı 21,3 milyar m3’e ulaşmaktadır. Dicle Akarsuyu’na Suriye’nin herhangi bir katkısı yoktur. Dicle’deki kullanımların ise Irak’a bırakılacak suları önemli ölçüde etkilemeyeceği Irak tarafından da bilinmektedir. Bu bilgilerle birlikte Fırat, Dicle ve Asi akarsuları ile ilgili ayrıntılı hidrolojik verilerden de anlaşılacağı gibi, Türkiye’nin Fırat ve Dicle akarsularını aşağı kıyıdaş komşularının ihtiyaçlarını dikkate almadan, dilediğince kullanan bir ülke olarak nitelendirilmesi mümkün değildir.

Bırakılan suyun Irak ile Suriye arasında paylaşımı da uzunca bir süre iki ülke arasında sorunlara, gerginliklere neden olmuş, hatta bu durum iki ülkenin Fırat – Dicle konusunda anlaşmalarını ya da Türkiye ile anlaşabilmek için başarılı bir ortak çaba göstermelerini de engellemiş, nihayet, Suriye ve Irak 16 Nisan 1990 tarihinde vardıkları uzlaşmayla, Fırat sularının % 42’sinin Suriye’ye, % 58’inin Irak’a bırakılmasında anlaşmışlardır. Irak’ın ve Suriye’nin su kaynakları, Irak’ın Dicle’den sağladığı su miktarı, nihayet Fırat ve Dicle’nin tek bir havza (Fırat – Dicle Havzası) olduğu dikkate alındığında bu antlaşma ile öngörülen tahsis oranlarının da sorunla ilgili bir etken olarak dikkate alınması gerektiği ortadadır.

Bu aşamada sorunla ilgili temel çerçeveyi belirlemek bakımından vurgulanması gereken önemli bir husus da Türkiye’nin Ortadoğu’daki su sorunlarına taraf olmadığıdır. Türkiye Fırat ve Dicle akarsuları ya da daha doğru bir ifadeyle Fırat – Dicle Havzasının kullanımı nedeniyle Suriye ve Irak ile taraftır. Osmanlı İmparatorluğu’ndan bu yana bölgedeki su kaynaklarına ilişkin olarak projeler ortaya konulmasından başlayarak oluşan yaklaşım, özellikle Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan sonra bölgede uzunca bir süre hüküm süren Batılı devletlerin yönetimi ve İsrail’in kuruluşundan sonra da İsrail’in su sorununa çare aranması senaryoları nedeniyle iyice karmaşıklaşmıştır. Giderek önem kazanan su sorunu ele alınırken Ortadoğu’da su sorunundan söz edilmesi, Türkiye’nin de bir biçimde konu ile irtibatlandırılması, bir çok incelemede Türkiye’nin de bu sorunun bir parçası imiş gibi gösterilmesi bu yanlış bakış açısının sonucudur. Konu bu çerçevede ele alındığında; bölgenin su zengini ülkesi Türkiye, su sorunu çeken komşularının ve bölge ülkelerinin sorunlarının çözümünde adeta anahtar bir ülke gibi gösterilmekte, çözüme katkıda bulunması gerekli bir ülke olarak görülmekte ve sorun uluslararası boyuta taşınmaktadır. Bu kapsamda Fırat ve Dicle akarsuları, “bölge barışına katkı” kutsal amacı ile Ortadoğu için ortaya konulan senaryoların ayrılmaz bir parçası haline getirilmektedir. İsrail’in; Golan Tepelerini, kendisi için hayati olan su kaynaklarının güvence altına alınması karşılığında Suriye’ye iadesi, Suriye’nin ise Fırat’tan daha fazla su bırakılarak tatmin edilmesi senaryoları konuyla ilgilenen hemen herkesin dikkatini çekmektedir.

Son olarak, AB Komisyonunun 6 Ekim 2004 tarihli “Türkiye’nin Üyeliğinin AB’ye Etkisi Perspektifi” başlıklı raporunda yer alan: “Bölge için önemli olan bir konu da kalkınma ve tarımsal sulama için gereken suya ulaşımdır. Ortadoğu’daki su önümüzdeki yıllarda stratejik bir konu olacaktır. Türkiye’nin AB’ye katılımı ile bölgedeki su kaynaklarının ve tesislerinin (barajlar, Fırat ve Dicle nehir yataklarındaki sulama projeleri, İsrail ve komşu ülkelerle sınıraşan sular konusundaki işbirliği) uluslararası yönetimi AB için gündeme gelecektir.” ifadesiyle çok açık biçimde ortaya konulan gayriciddi niyet, bizi oldukça ciddiye alınması gereken bir sürecin beklediğinin de işaretidir.

Ortadoğu’daki su sorunları gündeme geldiğinde; İsrail, Ürdün, Filistin ve Lübnan ile birlikte zaman zaman Türkiye ve komşuları da çözüm seçeneklerinin içinde ele alınabilmektedir. Ortadoğu’da ne yazık ki ülke sayısı kadar akarsu yoktur. Türkiye dışındaki coğrafya daha yakından incelendiğinde, yalnızca, Litani akarsuyunun Lübnan’ın ulusal sınırları içinde doğup yine bu ülke sınırları içerisinden denize döküldüğü görülmektedir. Arap devletlerinin akarsularına gelen suyun % 85’i yine Arap ülkelerinden gelmektedir. Diğer akarsular, sınıraşan su konumundadır ve Suudi Arabistan gibi hiç akarsuyu olmayan ülkeler de vardır. Önümüzdeki yıllar ise koşulların daha da kötüye gideceği yıllar olacaktır. Bu da, daha şimdiden suyun belirleyici olduğu kimi siyasal ve sosyal sorunların giderek artan bir boyutta bölge ülkelerini ve Türkiye’yi etkilemesi demektir.

Türkiye, Ortadoğu’daki su sorunlarının çözümüne katkı sağlamak amacıyla, gündeme getirdiği; ancak, bölge ülkelerinin rağbet etmedikleri “Barış Suyu” projesinden sonra “Manavgat Çayından su satılması” hususunu gündeme getirmiş ve bu konuda anlaşma sağlanmıştır. Anlaşmaya göre İsrail 2006'dan başlayarak 20 yıl boyunca Türkiye'den yılda 50 milyon metreküp su ithal edecektir. İsrail’e yaklaşık 1 dolara mal olacak su özel tankerlerle taşınacak ve İsrail'in yıllık toplam ihtiyacının yüzde 3'ünü karşılayacaktır. Bunun yanı sıra GAP barajlarının bölgeye yönelik su bankası olarak kullanması önerileri de, Türkiye’nin Fırat’tan depoladığı suya ihtiyacının olmadığı gibi sonuçları karşımıza çıkarmakta, konunun boyutları bakımından nerelere taşınabileceğinin ipuçlarını da vermektedir.

Sonuç olarak; konu ile ilgili her aşamada dikkate alınması gereken temel husus Türkiye’nin su zengini bir ülke olmadığıdır.

Bununla birlikte Türkiye için su sözcüğünün, sadece suyu ifade etmediği ortadadır. Özellikle Fırat – Dicle havzası açısından bakıldığında dünya ortalamasının 10 katı bir maliyeti vardır. Su rejimi itibarıyla aşağı kıyıdaş ülkeleri, hatta yaratacağı sonuçlar düşünüldüğünde bölge ülkelerini de çok yakından ilgilendiren GAP yatırımları başladığından bu yana önemli engellemelerle karşılaşmıştır. Bu kapsamda, geçmişte –ve günümüzde- Irak’ta yaşama alanı bulan, Suriye’den de desteklenen terörün doğrudan nedeni olarak GAP’ı göstermek gerçekçi olmasa da, terörün Suriye tarafından, GAP nedeniyle desteklenmiş olduğu ortadadır. Bu durum, uzunca bir süre terör belasıyla uğraşmak zorunda kalan Türkiye tarafından açıkça dile getirilmese de suyun pahasının sadece para ile ölçülemeyeceğini de göstermektedir.

Suyun ticari bir mal olarak değerlendirilmesi, Ortadoğu üzerine kurgulanmış senaryolarla birlikte, yeniden gözden geçirilmelidir. Manavgat’tan, Seyhan ve Ceyhan’dan, kullanılamadan denize akan suyun nasıl değerlendirileceği başka bir çalışmanın konusudur. Ancak, bu akarsulardan su satarak, Fırat’tan neden saniyede bir m3, yani yılda 31,536,000 m3, (neredeyse Manavgat’tan bir yılda satılacak miktara yakın) fazla su bırakılamadığını izah etmek mümkün değildir. Su da bir ticari bir maldır görüşü, Türkiye’nin en başta Asi olmak üzere aşağı kıyıdaş olduğu diğer akarsularla ilgili görüşlerini savunmasını da etkileyecek, sadece ticari düşünmenin sonuçlarına katlanmak zorunda kalınacaktır.

Türkiye’nin 1960’lardan bu yana ortaya koyduğu tavır ve uygulamaların istikrarlı bir seyir izlediği, komşularının haklarını da göz ardı etmediği ortadadır. GAP’la ilgili erken sonuçlar, bu projenin öncelikle aşağı kıyıdaş ülkelere ayrıca bölge ülkelerine de katkı sağlayacağı yönündedir. Bu iki akarsuya ilişkin havza ve su verileri, nüfus öngörüleri, ileriye dönük yapılanmalar ve verimli su kullanımı gibi unsurların ortaya çıkardığı sonuç, Fırat ve Dicle akarsularının sularından nasıl ve ne ölçülerde yararlanılacağı hususunun, esas itibarıyla Irak ve Suriye’nin sorunu olduğudur. Suriye Dicle’nin sularından neredeyse yararlanamamakta, Fırat’ın sularının da %58’ini Irak’a bırakmaktadır. İki ülke, Türkiye’ye karşı öne sürdükleri görüşleri de dikkate alarak, su bütçelerini, toprak envanterlerini, nüfus öngörülerini kapsayacak bir yaklaşımla, sadece Fırat’ın sularını değil, Fırat ve Dicle’nin sularından nasıl yararlanılması gerektiğini hakkaniyete uygun bir biçimde tartışmalıdır. Bu kapsamda, 2004 yılında Türkiye – Suriye yakınlaşması sonrasında gündeme gelen Dicle akarsuyunun Türkiye-Suriye sınırından geçen 30 kilometrelik bölümünden su almak suretiyle Suriye'nin kuzeydoğu yöresinde 150 bin hektarlık alanın sulanması projesi sadece Suriye ile değil Irak’la da birlikte olgunlaştırılmalıdır. Türkiye, Hafız Esat sonrası gelişmeleri özenle yönlendirmeli, günümüzde ve orta vadede ABD’nin Ortadoğu’daki gelişmelere daha çok müdahil olacağı gerçeğini göz önünde tutarak bölgedeki değişimi, Asi akarsuyu ile ilgili uzlaşmayı, son dönemde iki tarafın da katkılarıyla, “komşu ülke ilişkileri” olma yolunda adımlara tanık olunan Türkiye-Suriye yakınlaşmasını, diğer sorunlarla birlikte suya da yansıtma çabasını sürdürmelidir.

Sorunun, Türkiye’nin diğer dış politika sorunlarından bağımsız olarak çözülebileceğini ya da kısa sürede uzlaşma sağlanabileceğini beklemek, günümüz uluslararası ortamını, uluslararası politika yaklaşımlarını görmezden gelmek demektir. Zaman zaman Ortadoğu’daki su sorunu ile birlikte gündeme getirilen “su için savaş” öngörüleri ise, tarafların dışında dile getirilen uzak bir ihtimal olarak görülmelidir. Uluslararası hukuk kuralları ve uygulamalar değerlendirildiğinde, Uluslararası Suyollarının Ulaşım Dışı Amaçlarla Kullanımlarına İlişkin Sözleşme’nin tarafları bağlayacağı, taraf olmayanları bağlamayacağı açık olmakla birlikte, teamüli hukuku yansıttığı ölçüde ilgili sözleşmeden de yararlanmak mümkündür. Ancak, nasıl ki, artık benimsenmeyen doktrinler ve bu doktrinler doğrultusundaki çözümler kabul görmeyecekse, gelecekte de, sınır oluşturan ve sınıraşan sular konusunda, günün koşullarına göre gelinen aşamaları kısmen yansıtan sözleşme ile getirilen ilkeler benimsendiği ölçüde, çözüm alanının daralacağı gözden uzak tutulmamalıdır.[3][3] Söz gelimi, zarar ya da kirlilik açısından, ölçüm yapılan yerin o andaki durumunu tespite yönelik olarak “fiziksel ve kimyasal” verilerin toplanmasına dayalı yöntemlerle birlikte, gelişen çevre duyarlılığına koşut biçimde uzun dönemde su kalitesini belirleyebilmek için gerekli olan veriler de giderek önem kazanmaktadır. Türkiye; GAP kapsamında gerçekleştireceği iyileştirmeyi ve bu iki akarsu ile ilgili projeleri ile sağlayacağı düzenli su akışını, “zarar” boyutuyla da ele almalı, taahhüt ettiği miktarda su verme yükümlülüğünü, gelecekte ileri sürülmesine fırsat vermeden, şimdiden geliştireceği projelerle aynı zamanda kirlenmemiş su bırakma amacını yerine getirmeye dönük tedbirleri almalıdır.

GAP, giderek; çevre, tarih, kültür, arkeolojik yapı ve bölgenin sosyolojik yapısı boyutunda çeşitli kampanyaların da konusu olmaya başlamıştır. Sıkça rastlanmaya başlayan “Ilısu karşıtı” kampanyalar, uluslararası kamuoyunun ilgisini çekebilecek, “tarihi ve kültürel dokuyu yok etmek”, “baraj nedeniyle göçe zorlanan bölge nüfusu”, hatta “bu yolla bölgedeki Kürt kökenli insanların yok edilmesi” gibi asılsız, ancak hassas konuları öne çıkararak olumsuz propaganda yapmakta, projenin engellenmesi için çaba sarf etmektedirler. Türk dış politika aktörlerinin uluslararası ilişkileri bu güne kadar “devletten devlete” yürüttüğü gibi bir tespit, insafsız bir değerlendirme olsa da, dış politika olanaklarının yeterince ve uluslararası kamuoyunu yönlendirecek biçimde kullanılabildiğini söylemek de mümkün değildir. Bu kapsamda, uluslararası kamuoyunu aydınlatmak, yönlendirmek, uluslararası ilişkilerde önemi giderek artan sivil toplum örgütlerini bilgilendirecek, bu tür oluşumlardan yararlanabilecek, bilim çevrelerini tatmin edecek çalışmaların da çözüme önemli ölçüde katkı sağlayacağı değerlendirilmektedir.

Uluslararası hukuk ve uluslararası politikanın imkanları değerlendirildiğinde beklenen gelişme; sorunun, tarafların birlikte kararlaştıracakları bir uzlaşma yoluyla, Türkiye’nin ve tarafların kendi iradeleri dışında çözüme zorlanmamasıdır. Ancak, sadece konu ile ilgili gelişmelerin değil; Türkiye’nin mevcut dış politik açılımlarının, bölgedeki oluşumların Türkiye’yi ve tarafları zaman içinde farklı yönlerden kuşatmakta olduğu da bir gerçektir.

 

Vefa TOKLU

vtoklu@hotmail.com

 

 

 

 

 

 ANA SAYFA

 

 

 

 



[4][1] Ayhan Onur, Türkiye'de Kar Yağışları ve Yerde Kalma Müddeti Üzerine Bir Etüd, Ankara Üniversitesi Basımevi, Sayı:152, Ankara, 1964.

[5][2] Safa Giray, ‘Su Sorununda Türkiye’nin Siyasal Boyutları’, Ali İhsan BAĞIŞ (Ed.), Water As An Element of Cooperation and Development In The Middle East, Ankara, Hacettepe University Ankara and Friedrich–Naumann, Foundation in Turkey, 1994, s.251.

[6][3] Vefa Toklu, Su Sorunu Uluslararası Hukuk ve Türkiye, Ankara, Turhan Kitabevi, 1999, s.53